Fotoğrafım
Antalya, 05323611890 masafak@gmail.com, Türkiye

ERKEN ÇOCUKLUK ÇAĞINDA REKÜRREN AKUT OTİTİS MEDİA VE DÜŞÜK IgG2 SAPTANAN HASTALARIN ERİŞKİN DÖNEMLERİNDE NORMALLEŞEN Ig PATERNLERİ

GİRİŞ

Çocukların pek çoğun 3 yaşından önce en az bir kez AOM atağı geçirmişlerdir. Pik insidans 6-12 aylık dönemde görülür çünkü bu dönemde Ig seviyeleri nispeten en düşük düzeylerdedir. Çocukların yaklaşık %10'unda rekürren AOM atakları görülmektedir. Rekürren AOM kliniği, literatürde önceleri otitis-prone olarak adlandırılmaktaydı. Üç yaşın altındaki popülasyonda son 6 ayda 3 veya, son 1 yılda 4 AOM atağı görülmesi hali rAOM olarak tanımlanmaktadır. En sık ajan patojen ise S.pneumonia  olarak görülmektedir. Bu bakterinin polisakkarid kapsülüne karşı gelişen antikorlar oldukça spesifik ve koruyucudur.

AOM etkeni olarak ikinci sıklıkta H.influenza görülmektedir. IgG2 subtip eksikliğinde sık AOM, pnömoni, menenjit ve sepsis gibi önemli klinik tablolar gelişebilir ve etken patojen olarak S.pneumonia saptanmaktadır. İmmunolojik maturasyon sürecinde erken çocukluk çağındaki düşük IgG1 ve IgG2 subtipleri ile antipnömokokal aktivite düşük iken, erişkin yaşlarda normal seviyelere geldiği bildirilmiştir (Freijid A, 1985). Bu çalışmada 12 aylıktan küçük 150 çocuk 3 aylık kontrollerle takip edilmiş ve 36. ay kontrolünde ancak 115’i çalışma grubunda kalmıştır. Hiç birine bu dönem boyunca VT takılmamış veya gama globülin verilmemiştir. Çocuklardan biri ciddi immun yetmezlik nedeniyle çalışma dışı bırakılmıştır. Bu çocuklardan 20’si yılda takip döneminde 8-17 AOM atağı geçirmiş, kontrol grubu olarak takip dönemi boyunca maksimum 2 AOM atağı geçiren 20 çocuk kontrol grubu olarak seçilmiştir. Çocukların IgG2 seviyeleri 12.ay ve 32.ayda değerlendirilmiş ve rAOM grubund daha düşük olduğu tespit edilmiştir. IgG2 seviyelerinin rAOM olgularında düşük bulunuşu pek çok çalışmada defalarca teyid edilmiştir. Erişkin hayatta IgG2 seviyelerinin düzeldiği kabul edilmekte ancak, çocukluk çağında rAOM tanısıyla takip edilen çocukların erişkin döneme ulaştıklarında immünolojik durumlarının nasıl değiştiği çalışılmamıştır.


METOD


Bu çalışmada, önceki çalışmada sonuçları yayımlanan 40 çocuğun 2009-2010 yıllarındaki erişkinlik dönemleri üzerinde yapılmak üzere planlanmış ve ancak 32 olguya ulaşılabilmiştir. Olgulara vatandaşlık numaraları aracılığı ile İsveç Ulasal kayıtlarından ulaşılmıştır. Olgulardan 28’i çalışmaya katılmayı kabul etmiştir. Sonuçları incelenebilen 28 olgudan 13’ü önceki çalışmanın rAOM grubunda, 15’i kontrol grubunda yer almıştı.

28 olgudan ÜSYE, sinüzit, pnömoni,alerji hikayeleri alınmış, otomikroskopileri yapılmış, kan örnekleri alınmıştır. Total IgG ve IgG 1-4 subtipleri belirlenmiştir. Ayrıca difteri, tetanus, hemofilus, pnömokok ve H.influenza için spesifik IgG seviyeleri ölçülmüştür.


SONUÇLAR


Çocukluk çağından sonra 20 yaşına kadar geçirilen AOM atak sayıları rAOM grubu için 1 olguda 40, 1 olguda 10, 1 olguda 8, diğer 10 olguda 0-3 arasındaydı. Kontrol grubu için 1 olguda 10, diğer 14 olguda 0-3 arasındaydı. Her iki grupta da 20 yaşından sonra AOM atağı gelişmemişti. ÜSYE ve alerji öyküleri arasında gruplar arasında benzer sonuçlar vardı (tablo 1).




IgG ve subtipleri ile, spesifik IgG seviyeleri arasında gruplar arasında bir farklılık yoktu (şekil 1)



                                                                

TARTIŞMA


Çocukluk çağındaki sık AOM ataklarının nedenlerinden sadece biri olarak IgG eksikleri sayılabilir. IgG anneden bebeğe kolayca geçebilen bir proteindir. Doğumdan hemen sonra anne ve çocuğun IgG seviyeleri birbirine eşit haldedir. Doğumdan 1 ay sonra düşmeye başlar ve daha sonra yaşa bağlı olarak IgG subtipleri farklılıklar gösterir. IgG2 seviyesi 3 yaş civarında erişkin oranların yarısına kadar ulaşır. Öte yandan çocukluk çağındaki IgG1 subtipi bazen erişkin çağlarındaki değerlerden daha yüksek dahi bulunabilir. IgG1 ve IgG2 seviyeleri sağlıklı çocuklarda, rAOM tanısı alan çocuklardan daha yüksek oranlardadır.

Bu çalışmada çocukluk çağındaki farklılıklara rağmen erişkin hayatta gruplar arasındaki farklar ortadan kalkmıştır. 20 yaşından sonra AOM görülmemiştir. Hiçbir olguda erişkin hayata ulaşan EOM veya kronik otitis media, yada otit komplikasyonları görülmemiştir. IgG seviyeleri, subtip oranları ve spesifik IgG oranları gruplar arasında farklılık göstermemiştir.

Her iki gruptaki olguların otomikroskopileri ve işitme fonksiyonları arasında da fark görülmemiştir.

Bu çalışmadaki grupların küçük olgu sayıları nedeniyle bir genelleme yapılamamakla birlikte, çocukluk çağında görülen farklılıkların 30 yıl sonra erişkin hayatta normal seviyelere geldiği söylenebilir.


KAYNAK

Kraku M, Dagöö BR, Hammarström L, Granath A. Int J Ped Otorhinolaryngol 2014;78:1153-7.


--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90


STAPEDOTOMİDE LASER TEKNİĞİ VE KLASİK CERRAHİ TEKNİK

GİRİŞ

Otoskleroz cerrahisinde smal fenestra tekniği 1970'li yıllarda tanımlanmıştı. O yıllardan beri stapes tabanına pik, perforatör, mikrodril, piezoelektrik cihazlarla fenestrasyonlar yapılagelmiştir. İdeal teknik fenestrasyon yapılırken yüzen tabana neden olmamak ve vestibüle zarar vermemektir. Stapes tabanını ince bir kemik kabuk gibi olduğu durumlarda cerrahi teknik çok zor değildir. Bu sayılan tekniklerin birbirine göre bir üstünlüğü yapılan çalışmalarda gösterilememiştir. Bu nedenle bu tekniklerin tümüne konvansiyonel teknikler olarak adlandırılmıştır.
Laser teknolojisinin gelişmesiyle stapes cerrahisinde 1978'lerden sonra yer bulmuştur. Palva ilk sonuçlarını bu yıllarda argon laser ile yayımlamıştır. Sonrasında KTP, erbium, YAG ve CO2 gibi laser teknikleri geliştirilmiştir. Asıl olarak laser tekniği ile fenestrasyon yapıldığında stapes tabanına tam bir daire şeklinde açıklık yapılabilirken, yüzen taban oluşma riski mekanik bir temas bulumadığı için yok olmuştur. Kullanılan laser tiplerinin birbirlerine göre üstünlükleri gösterilememiştir.
Er:YAG laser sonuçlarının gerek postoperatif ABG açısından, gerek kemik yolundaki kötüleşmeler ve bunun irreversibl olması açısından konvansiyonel yönteme göre daha kötü olduğu savunulmuştur (Arnoldner 2006). McGee (1983) argon laser ile konvansiyonel teknikler arasında istatistiksel fark olmadığını iddia etmiştir. Garin (2002) ve diğer bir çalışmada Motta ve Moscillo (2002) CO2 laser sonuçlarının konvansiyonel teknikten daha iyi olduğunu bildirmiştir. 
Bu çalışma laser ve konvansiyonel teknikleri meta-analiz yöntemiyle incelemek için yapılmıştır.

MATERYAL VE METOD

Stapes cerrahisi konusnada 1978-2013 yılları arasında çıkan çalışmalar incelenmiştir. Şu kiriterlere uyan çalışmalar değerlendirmeye alınmıştır.

1. Prospektif veya retrosepektif olsun laser ve konvansiyonel yöntemlerin karşılaştırıldığı çalışmalar ele alınmıştır.
2. Kontrol grubu olan çalışmalar seçilmiştir.
3. Sonuçlarında şu bulgular bulunmayanlar çıkarımmıştır: Postoperatif 10 dB altında ABG olgu sayısı verilmeyenler, ortalama ABG verisi olmayanlar, ortalama takip süresi verilmeyenler ve komplikasyon sayısı bildirilmeyenler.
4. Ayrıca rekürren otoskleroz veya pediatrik otosklernoz gibi özel grupları kapsayan çalışmalar değerlendirme dışı bırakılmıştır.

Bu kriterler ışığında ilk başta bulunan 764 çalışmanın 18'i değerlendirmeye alınmıştır. Bunlardan sonuçları karşılaştırılabilir olan 11'i analiz edilmiş, kalan 7'si tartışma için kullanılmıştır.



SONUÇLAR

İncelenen 11 çalışmada 1614 olgu vardır, bunlardan 638'i laser, 976'sı konvansiyonel teknikle opere edilmiştir. 11 çalışmanın 2'si randomize kontrollü, 2'si prospektif ve 7'si retrospektif çalışmalardır. Hemen her bir çalışmada ABG değerleri değişik frekans aralıkları için çalışılmıştır. Bu aralıklar 250 Hz ile 4 kHz arasındaki frekanslardan değişik bölümlerin seçilmesiyle oluşmaktadır. Sadece bir çalışma bu frekansların tümündeki ABG değerlerini vermiştir.

Laser stapedektominin etkinliği konvansiyonel tekniğe göre yüksek derecede anlamlı olarak bulunmuştur (RR 1.07). Vestibül hasar oluşması riski açısından iki teknik arasında fark görülmemiştir (RR 0.63). Çaalışmalar arasındaki bias Funnel eğrisi ve Egger testi teknikleriyle incelenmiş ve yüksek bulunmuştur (p=0.001).

Bu incelemelerde protez çapının işitmeye etkileri üzerinde odaklanılmamıştır. Laske ve ark. 0,6 ile 0,4 mm çaplı protezler arasında anlamlı farkların olduğunu belirtirken, Fang ve ark. bir fark gösteremişlerdir.

Stapesin durumu, kullanılan laser tipi, cerrahın tecrübesi gibi farklar inceleme dışı faktörler olarak kalmıştır.

KAYNAK: Fang L, Lin H, Zhang TY, Tan J. Laser versus non-laser stapedotomy in otosclerosis. A systematic review and meta-analysis. Aurus Nasus Larynx 2014: 41: 337-42.
--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

          TR     +90 532 361 18 90


EBOLA VİRÜS HASTALIĞI (EVH)

ŞÜPHELİ OLGU: (EVH ile ilgili sorgulanması gereken vaka)


Axağıda sayılan
 semptomları ve risk faktörlerini taşıyan kişiler şüpheli vaka olarak değerlendirilir.
Semptomlar:  38.6 ateş ile birlikte; ciddi başağrısı, kas ağrısı, kusma, ishal, karınağrısı veya açıklanamayan hemoraji.
Risk faktörleri: (Epidemiyolojik) Semptomların ortaya çıkmasından 21 gün önce; kesin veya süpheli EVH olan birinin kan veya vücutsıvıları ile temas etmiş olmak, kesin veya süpheli EVH nedeniyle ölen birinin cesedine ait kan veya vücut sıvıları ile temas etmiş olmak, EVH bulaşının aktif olduğu bir alanda yaşamak veya ilgili bölgeye seyahat etmiş olmak, EVH endemik bölgelerde yarasa, kemirgen ve primatlarla doğrudan teması olmak.
KESİN VAKA:Uluslararası referans laboratuvarında doğrulanmış vaka.


Yüksek Riskli Maruziyet

  1. EVH olan birinin kan veya vücut sıvıları ile perkutan (ör: iğne batması) veya mukoz membranlar yolu ile teması.
  2. Uygun kişisel korunma gereçleri olmaksızın EVH hastasına bakım vermek veya vücut sıvılarına maruz kalmak.
  3. Kişisel korunma gerçleri veya standart bio-güvenlik şartları olmaksızın kesin EVH tanısı almış birinin vücut sıvılarıyla çalışan laboratuar çalışanları
  4. Kişisel korunma gerçleri olmaksızın salgın bölgesinde geleneksel ölüm ritüellerinde insan cesedi ile doğrudan temasta bulunmak.

Düşük Riskli Maruziyet

  1. EVD hastasıyla aynı evi paylaşmış olmak veya diğer günlük temaslar*
  2. EVD salgını olan ülkelerdeki sağlık birimlerinde yüksek riskli maruziyet olmaksızın sağlık hizmeti vermek veya bu birimlerle günlük temasta bulunmak
Günlük temas:
  1. yaklaşık 1 metre mesafeden kişisel korunma gereçleri olmaksızın aynı odada bulunmak veya sağlık biriminde uzun süreli aynı alanda bulunma
  2. doğrudan kısa temasta bulunma (el sıkışma gibi)
Not: 4 Ağustos 2014 tarihi itibariyle Dünya Sağlık Örgütü’nün EBH endemik olarak ilan ettiği ülkeler: Gine, Liberya, Sierra Lione, Lagos, Nijerya.
 

--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90


İNTRATİMPANİK TEDAVİLER

INTRATİMPANİK ENJEKSİYON UYGULANMA TEKNİĞİ

Hasta sırtı üstü yatar pozisyonda, DKY’na jetokain veya tetrakain gibi bir anestetik ajan birkaç damla konularak yaklaşık 10 dk beklenir. Hastanın başı diğer kulak yönüne doğru yaklaşık 45 çevrilir ki, timpanik kaviteye enjekte edilen ilaç Eustachian tüpten kaçmasın ve yer çekimi etkisiyle mümkün olduğunca yuvarlak pencere bölgesinde toplanabilsin. Uygulama otomikroskopi veya otoendoskopi ile yapılabilir. Yaklaşık 0,5-1 ml ilaç 25-27 gauge gibi mümkün olduğunca ince çaplı insülin veya dental iğne ile enjekte edilmelidir. Timpanik membranın arka üst kadranı hariç diğer kadranlarından uygulama yapılabilir. Benim kişisel tercihim TM vaskülerizasyonunun iyi olması ve, gerek yatar, gerek dik pozisyonda üstte kaldığı için antero-superior kadranın kullanılmasıdır. Enjeksiyondan sonra hasta 20-30 dk kadar bu pozisyonda kalmalı ve mümkün olduğunca yutkunmamalıdır. Uygulanan ilaca göre bazen hafif bir kulak ağrısı veya baş dönmesi gelişebilmektedir. Proflaktik olarak antibiyotik kullanmaya gerek yoktur.

IT uygulamalarda daha uzun süreli ilaç salınımı sağlayabilmek için PLGA-PEG-PLGA gibi copolymer maddeler denenmiştir. Bu maddenin kendisine herhangi bir kohlear toksisite ABR ile moniterize edilerek incelendiğinde, 0,05 ml dozlarda güvenli iken, 0,1 ml.ye ulaşıldığında işitme kaybına neden olabildiği gösterilmiştir. Bu madde ile kombine olarak verilen IT  enjeksiyon ajanının birkaç  gün boyunca devam eden salınım oluşturduğu gösterilmiştir (Feng L, Curr Drug Deliv, 2014)

ANİ İŞİTME KAYBI

Ani işitme kaybının tedavisinde steroidlerin etki mekanizması tam olarak bilinmese de, iç kulaktaki steroid konsantrasyonu arttıkça steroidlerden sağlanan fayda artış göstermektedir (0204 Ahn JH, 2008). Steroidlerin IT uygulaması,  sistemik yolla verilmesine göre daha yüksek iç kulak konsantrasyonları sağlamaktadır (Parnes LS, 1999). Üstelik IT uygulama ile steroidlerin sistemik yan etkilerinden kaçınılmış olur (Chandrasekhar SS, 2000) ve hatta tedaviye dirençli bazı olgularda da işitme artışı sağlayabilmektedir (Moon IS, 2009).

IT steroid enjeksiyonu artık sistemik steroid tedavisiyle aynı anda primer tedavi olarak kullanılması guideline önerilerine girmiştir.

IT  uygulama sonrası yuvarlak pencere membranı (Round Window Membrane – RWM) vibrasyonuyla ilacın iç kulağa geçişi artırılabilir mi? İn-vitro bir çalışma ile değişik sürelerde 100 Hz vibratörle titreştirilen bir yarı geçirgen membrandan deksamethasone geçişinin maksimum olduğu süre 3 dk olarak rapor edilmiş (Park SH, 2014). Aynı çalışmada farelere uygulanan IT deksamethasone, 3 dk süreyle 90 dB sese maruz kalan farelerde daha yüksek konsantrasyonda perilenfe geçişi gösterilmiş. AIK geçiren ve sistemik steroid ve antiviral tedaviye dirençli hastalara 5 mg/ml dexamethasone 0,5 ml IT enjeksiyonla verilmiş (36+18 olgu). Hastaların tümü IT enjeksiyon sonrası hastalar 30 dk supine pozisyonda bekletilmiş ve 18’ine kulaklık yardımıyla 90 dB HL click 3 dk dinletilmiş. Ses ile uyarılan hastaların odyolojik değerlendirmelerinde SD değerleri diğer gruba göre daha iyi sonuçlar göstermiştir.

Sistemik klasik tedaviye cevap vermeyen 103 hastanın 35’ine IT steroid, 22’sine hiperbarik oksijen, 19’una ITS+HBO verilmiş ve kurtarma tedavisi verilmeyen 27’si kontrol grubu olarak karşılaştırılmıştır. Odyolojik olarak bulgular karşılaştırılmıştır. Tüm tedavi gruplarında saf ses ortalaması, işitme kazançları kontrol gurubuna göre artış göstermiştir. Kombine tedavi alan grupta diskriminasyon skorları tüm gruplardan istatistiksel olarak daha iyi bulunmuştur (Yang CH, Otol Neurotol 2013).

Sistemik steroid tedavisine cevap vermeyen 60 hasta, sürekli transtimpanik steroid perfüzyonu veya aralıklı IT steroid enjeksiyonu olarak ikiye ayrılarak, sonuçlar karşılaştırılmıştır. Sürekli perfüzyon grubunda saf ses eşiği 65 dB.den ortalama 15 dB kazanç göstermiş, olguların %53’ü 10 dB’den fazla kazanç sağlamıştır. SD skorları %12’den %54’e düzelmiştir. Aralıkllı IT enjeksiyon yapılan grupta bu değerler sırasıyla 69 dB, 11 dB, %43. SD için %13’den 46’ya artış görülmüştür. Sürekli transtimpanik tedavi sonuçları daha iyi gibi görülmektedir (Chou YF, Laryngoscope 2013).

Ardışık 3 gün IT prednisolone tedavisi ile 1 yıl boyunca takip edilen 122 hastada tedaviden sonraki 10.gün ile 1.yıl odyogram bulguları stabil şekilde kalarak düzelme kaydetmişlerdir (Filipo R, Acta Otolaryngol 2013).

MENİERE HASTALIĞININ MONİTERİZASYONU

Hastalar vertigo, tinnitus yakınmalarının moniterizasyonuyla takip edilebilir. Bunu için basit subjektif skalalar kullanılabilir. Örneğin aylık vertigo atak sıklığı direkt kullanılabilir, ya da hastanın yakınmalaranı (0) hiç, (1) hafif, (2) orta, (3) şiddetli şeklinde subjektif olarak puanlayabilir. Nörotolojik muayene bulguları ile moniterizasyon da mümkündür.

Laboratuvar tekniği olarak odyogram bulguları, ENG-VENG veya HTT bulguları ile takip edilebilir. Özellikle bitermal kalorik test bulguları vetibüler fonksiyonlar hakkında oldukça iyi fikir verir. Ancak kalorik cevapların tamamen yok olması, artık hiç Meniere vertigo atağı oluşmayacağı anlamına gelmez.

Ayrıca kulağın clikc veya tone burst ile uyarılması sonucu, SCM üzerinden ölçülen VEMP cevapları, çok iyi bir vestibülocollic refleks moniterizasyonudur ve özellikle sakkülden olmak üzere periferal vestibüler sistem fonksiyonları hakkında bilgi verir (Kingma CM, 2011). VEMP cevaplarının vestibüler ablasyonla azalması beklenir. Böylece Meniere tedavisinde faydalı olabilir.

Hastaların denge problemlerinin değerlendirilmesinde hiç bir test Bilgisayar Kontrollü Dinamik Postürografi (Computerzed Dynamic Posturography – CDP) kadar etkili değildir. Ancak bu teknikle denge için gerekli görme, denge ve derin duyu sistemleri kombine olarak değerlendirilebilmekte ve moniterize edilebilmektedir (Soto A, 2004).

MENİERE HASTALIĞI

Meniere hastalığı insan yaşamını hem fiziksel, hem psikolojik olarak olumsuz etkilemektedir. Fiziksel etkilenme en çok vertigoya bağlı, psikolojik etkilenimler ise çınlama ve işitme kaybına bağlı olarak gelişmektedir (Soderman AC, 2002). Maalesef Meniere hastalığının kesin bir tedavisi yoktur ve yapılan işlemler hastalığın altta yatan sebeplerine yönelik olamamaktadır. Meniere hastalığının kontrolü için hayat şartalarının düzenlenmesi, diyet, diüretikler, dolaşım düzenleyiciler, steroidler, işitme koruyucu cerrahiler (endolenfatik kese dekompresyonu) ve destruktüf medikal veya cerrahi tedaviler gibi geniş yelpazede tedavi seçenekleri vardır. Yaklaşık son 15-20 yıldır dayanılmaz vertigo yakınması oluşturan Meniere hastalığında IT gentamisin uygulamaları popüler hale gelmiştir (Silverstein H, 2010). Gentamisin ile vestibüler fonksiyonlar destrükte edilirken, ayrıca dark hücrelerinin de destrükte olarak endolenf üretiminin azalması da söz konusudur (Chang WH, 2007).

Meniere hastasında günlük 2 g tuz, diüretik ve betahistine uygulaması şeklinde hayat tarzını düzenlemeye yönelik tedaviyi 1 yıl süreyle almasına rağmen hala dayanılmaz vertigo yakınmaları bulunması IT gentamisin tedavisine aday adayı oluşturur. Bu hastanı eğer diğer kulağında herhangi bir işitme veya denge hastalığı yoksa ve hastanın hayatını idare edecek kadar işitme fonksiyonu (serviceable hearing) varsa IT gentamisin tedavisine adaydır. Bazı otörler ise gentamisin ile hayat kalitesinde mükemmel iyileşmeler rapor etmekte ve ilk seçenek tedavi olarak önermektedir (Banarjae AS, 2006). IT gentamisin tedavisi önerilen hastalara total işitme kaybı komplikasyonu tek doz gentamisin enjeksiyonu sonrası dahi gelişebileceği özellikle bildirilmelidir(Daneshi A, 2014).

Medikal tedaviye dirençli olup düşük doz IT gentamisin enjesiyonu yapılan ve 7 yıla kadar takip edilen 174 olguluk bir serinin sonuçlarına göre, Vertigo kontrolü tek enjeksiyonla %40, 2-9 gibi çoklu enjeksiyonla bu oran %43 bulunmuştur (Quaglieri S, Eur Arch Otorhinolaryngol 2014).

IT gentamisin çok değişik şekillerde verilebilmektedir; i.günlük enjeksiyon, ii.4 hafta boyunca haftalık enjeksiyon, iii.remisyondayken tekrarlayan vertigo atakları için 1-2 kez düşük doz enjeksiyon, iv.iç kulak işitme bozulmasının başlangıcı moniterize edilerek mikrokatater yöntemiyle sürekli enjeksiyon. Ancak hangi yöntemin en az komplikasyonla en iyi yararlanım sağlayacağı konusunda konsensus yoktur. Amaç vestibüler organın ablasyonudur. Yapılan meta-analitik çalışmalar devamlı gentamisin infüzyonu veya tekrarlı enjeksiyonlar ile kohlea içinde daha yüksek konsantrasyonlara ulaşılmakta ve komplikasyonlar da daha yüksek görülmektedir (Salt AN, 2008). Düşük doz gentamisin uyglamaları ile vertigo kontrolü %80-85 gibi daha düşük oranlarda oluşmakta ancak işitme fonksiyonları da daha iyi korunmaktadır (Chia SH, 2004).

30 olguluk bir çalışmada hastaların atak sayıları, işitme durumları, CDP ve VEMP ile tespit edilen denge ölçümleri moniterize edilerek, tek doz 20 mg/0,5 ml IT gentamisin uygulanmış ve 1.ay ile 7.ay sonuçları rapor edilmiştir (01 Daneshi A, Iran J Neurol 2014). Tedavi öncesi vertigo atağı oranı 4,23’den 1.ayda 0,7’ye, 7.ayda 0,46’ya gerilemiştir (p<0,05). PTA ve SD skrolarında düzelme olsa da istatistiksel anlamlı değildir. Bu olgular CDP ve VEMP sonuçlarıyla takip edildiklerinde tedavi öncesi, 1.ay, 7.ayda hasta ve sağlam kulak arasında, yada kontrol grubu değerleri arasında fark göstermemiştir.

Ortalama yaşları 45 olan ve medikal tedaviye cevap vermeyen bilateral Meniere hastalığı olan 9 olgunun kötü kulağına 40 mg/ml  gentamisin 0,75 ml IT olarak uygulanmış ve 2 ay içinde yakınması devam edenlere IT enjeksiyon tekrarlanmış,  odyolojik ve kalorik testlerle ortalama 34 ay takip edilmiş. Olguların 3’ünde işitme eşiği 2,5-7,5 db azalırken, 6’sınde 2,5-5 dB kadar düzelme görülmüş. Olguların tümünde ipsilateral kulakta Kobrak testine cevap ortadan kalkmıştır (Olusesi AD, Eur Arch Otorhinolaryngol, 2014).

IT gentamisin 35 olguya 3 gün arayla günde 2 kez olarak 6 enjeksiyon yapılan grupla, toplam 1-2 enjeksiyon yapılan 42 olgunun odyolojik bulguları ve vertigo yakınmaları 2 yıl boyunca takip edilmiş. Vertigo yakınması devam eden hastalara aynı tedavi bir kür daha verilmiş. Tek tedavi alanlarda vertigo kontrolü yüksek dozda %71, düşük dozda %55, tekrarlı tedavi alanlarda sırasıyla %88,5 ve 97,7 bulunarak, gruplar arasında fark görülmemiştir. Odyolojik bulgularda kötüleşme yüksek doz uygulanan grupta daha fazla görülmüştür (Casani AP, Otolaryngol Head Neck Surg, 2014).

Kobaylarda IT gentamisin enjeksiyonu sonrası ilacın iç kulakta hangi hücrelerce nekadar tutulduğu incelenmiş. Bu amaçla saçlı hücreler, dark cell v transitional hücreler ayrı ayrı incelenmiştir. Yarım daire kanallarındaki dark hücrelerinde gentamisin tutulumunun çok zayıf olduğu görülmüştür. Ancak hemen bitişik transitional hücrelerin yüksek oranda gentamisin tuttutuğu ve 28 gün boyunca konsantrasyonlarını koruduğu görülmüştür. Ultrastructure çalışmalarda dark hücrelerinde ihmal edilecek minimal oranda apopitoz ve nekroz görülmüştür. Dark hüceler arasındaki sıkı bağların da hiç etkilnmediği görülmüştür. Klinik uygulama yapılan hastaların kulak dolgunluğu VAS ile değerlendirildiğinde IT gentamisin ile değişiklik olmadığı, %88 olguda vertigo kontrolü, %16 olguda işitmede kötüleşme oluştuğu tespit edilmiştir (Zhai F, Audiol Neurootol 2013).

Meniere olglarında IT steroid enjeksiyonunun sonuçları EcoG ile moniterize edilmiş. Medikal tedaviye cevap vermeyen 53 olguya 4mg/ml deksametazon haftalık 3 IT enjeksiyonla uygulanmış ve tedavi öncesi ve 1 ya sonrası EcoG bulguları ölçülmüştür. Tam vertigo kontrolü 12.ayda %41, 24.ayda %15 (class A) bulunmuş, SP/AP oranında anlamlı bir azalma tespit edilmiştir (Martin-Sanz E, Acta Otolaryngol 2013).

Tek taraflı Meniere tanısı olan 46 olgunun 22’si günlük 3 ardışık, 24’ü haftalık 3 ardışık IT 4 mg/ml deksametazon verilerek sonuçları karşılaştırılmış. Tam vertigo kontrolü günlük grupta %40, haftalık grupta %44 bulunmuş farklı değildir (16 Martin-Sanz E, otol Neurotol 2013).

EFÜZYONLU OTİTİS MEDİA

OME tanısı almış 12 yaş üzerindeki 90 çocuk ve erişkinin 112 kulağına IT olarak 0,5 mg/ml Budesonide (BUD), 2 mg/ml Deksametazon (DEX) ve%0,9  Sodyum Klorür (NS) haftada 1 kez uygulanmış. IT tedavi ile BUD ve DEX grubu NS’ye göre objektif ve subjektif bulgularda düzelme kaydetmiş, kulak dolgunluğu yakınmasının VAS ile değerlendirilmesinde BUD grubu, diğerlerinden daha iyi sonuç vermiştir (Yang F, Otol Neurotol 2014).

Medikal ve cerrahi tedaviye rağmen rekürrens gösteren 41 olgunun 47 kulağına IT deksametazon uygulanırken, yine benzer tabloya sahip 23 olgunun 28 kulağına tekrar medikal tedavi verilerek kontrol grubu oluşturulmuş. Deksametahasone 4 mg/0,5 ml dozda antero-superior kadrandan haftada 1 kez, 4 hafta enjekte edilmiş. Tedaviden sonraki 1.ve 3.aylarda odyolojik ve timpanometrik olarak takip edilmiş. Odyolojik olarak ABG 9,9 dB, hava yolu eşiği 15 dB, kemik yolu eşiği 5 dB düzelme göstermiş. Bu değerler kontrol gurubu için sırasıyla 2, 3 ve 1,3 dB olarak tespit edilmiş. IT grupta %60 olgu A tipi timpanograma dönüşmüş, kontrol gurubunda bu oran %10’da kalmıştır. IT deksametazonun OME tedavisinde güvenli ve etkili olduğu görülmektedir (Paksoy M, Indian J Otolaryngol 2013).

DİĞER INTRATİMPANİK UYGULAMA ALANLARI

Dayanılmaz tinnitusu olan 30 olgunun yarısına 2 hafta içinde 4 kez IT deksametazon, kontrol gurubuna SF enjekte edilerek sonuçlar anket, Tinnitus Handicap Index, loudnes ve frekans matching, tinnitus süresi gibi parametrelerle karşılaştırılmış. Bulgular iki gurup arasında farklı olmamıştır (19 Choi SJ, Larygnoscope 2013).

MR çekiminde kontrast maddenin direkt timpanik kaviteye uygulaması gündeme gelmiştir. Meniere ve diğer iç kulak hastalığı olan 8 olguya  5 kez dilüe edilmiş gatopentate dimeglumine (Gd-DTPA) IT enjeksiyonla verilmiştir. 3 Tesla MR ile 3 boyutlu (3D-FLAIR) iç kulak MR incelemesi yapılmış. Endolenfatik hidropsun vestibül ve kohleadaki etkileri görüntülenmiş. Gd-DTPA 8 olgunun tümünde kohleaya, 7’sinde vestibüle ulaşmıştır. Hidrops bulunmayan olgularda vestibül, kohleaya göre daha yüksek intensite gösterirken, hidrops olgularında kohlea bazal turn intensitesi daha yüksek görülmüş. Endolenfatik hidropsun bulunuşu Gd-DTPA’nın oval pencereden geçişini azalttığı düşünülmüştür (Shi H, Otol Neurotol 2014).

MR çekimi için gadoteridol (ProHance) kobaylarda 1/8 ve 1/16 dilusyonla kullanldığında, yeterli görüntü kalitsine ulaşılırken, 1/16 dilisyonla dış saçlı hücre etkilenmesinin anlamlı olarak daha az oluştuğu ve kontrol gurubuna göre farklı olmadığı görülmüştür (Katahira N, Acta Otolaryngol 2013).

Konjenital CMV enfeksiyonlarına bağlı ciddi iç kulak hasarları oluşabilmektedir ve CMV nin kulak komplikasyonlarını önlemeye yönelik ortaya konmuş bir tedavi şeması yoktur. Bu amaçla intratimpanik antiviral bir ajan olan cidofovir (CDV) IT enjeksiyonla hayvan modelinde uygulanmıştır. CMV ile enfekte edilen kobaylarda 3 mg ve 5 mg CDV ile SF uyglanan kontrol grubu incelenmiştir. CMV enfeksiyonuna bağlı gelişen işitme kaybı tablosu 5 mg CDV uygulanan hayvanlarda geri dönmüştür. IT CDV tedavisinin güvenli ve etkili olduğu görülmüştür (Ward JA, Antivir Ther 2014).


--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com

EOM OLGULARINDA VENTİLASYON TÜPÜ TAKILAN VE MEDİKAL TEDAVİ ALAN GRUPLARIN UZUN DÖNEM TAKİBİ

GİRİŞ
EOM insidansı çocukluk çağında sıktır ve özellikle dil gelişimi döneminde sık veya sürekli hale gelmesi oluşan işitme kaybının önemini artırmaktadır. Bu durum konuşma gelişimini ve kognitif fonksiyonları kötü yönde etkilemektedir. Tedaviü seçenekleri yakın takip (watchful waiting), antibiyotik tedavisi ve cerrahi (miringotomi ve tüp tatbiki) olarak sıralanabilir.

Yan etkileri, bakteriyel direnç gelişimi gibi etkileri ve Cochrane çalışmaları antibiyotik tedavisinin rutin olarak kullanılmasını tavsiye etmemektedir. Konservatif tedaviler başarısız olduğunda VT tatbiki yaygın olarak kullanılmaktadır. VT tatbiki ile rekürren OM atakları önlenmiş, timpanik kavitenin havalanması ile hızlı bir şekilde işitme kaybı düzeltilmiş olur. Öte yandan persistan perforasyon, timpanoskleroz, KZ atrofisi, atelektazi veya retraksiyon gibi komplikasyonlara neden olabilmektedir. Çocukluk çağındaki EOM olgularının spontan rezolüsyonu olabileceği de dikkate alınırsa tedavi seçeneği hala tartışmalı bir konudur. 

EOM ile ilgili pek çok yeni çalışma olsa da, uzun süreli kontrollü çalışmalar pek yoktur. 25 yıllık bir takip süresi olan Caye-Thomasen çalışmasında, VT ile KZ'de %7/'e varan patolojik değişimler gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı benzer özelliklteki gruplar üzerinde uzun süreli takip ile medikal ve cerrahi tedavi sonuçları karşılaştırılmıştır.

MATERYAL VE METOD
Nisan 1995 ile Kasım 2007 arasında EOM tanısı olan 10 yax ve  altındaki 162 çocuk retrospektif olarak incelenmiş. Takiplerinin 5.yılında otoskopileri ve saf ses odyometrileri yapılmış. Olguların 73'ü orta kulak ve iç kulak anomalileri, yarık damak, kraniofasial anomali, kolesteatoma bulunuşu veya veya daha geçirilmiş VT tatbiki hikayesi nedeniyle çalışma dışı bırakılmıştır. Sonuçta 83 olgu medikal tedavi ve cerrahi tedavi almış olarak uzun tdönemli takip edilmiştir.

OME tanısı alan olgularda ateş, kulak ağrısı ve kulak akıntısı gibi diğer otit bulguları yoktu. Üç ay boyunca ab tedavisi almasına rağmen cevap vermeyen, MT değişiklikleri oluşan ve 30-35 dB'in üstünde saf ses işitme eşiği olan  olgular VT tatbikine yönlendirilmiştir. Odyogram yapılamayan küçük çocuklakrda aileden alınan işitme azlığı hikayesi dikkate alındı. VT indikasyonu konulduğu halde tedaviyi kabul etmeyen çocuklar ara sıra medikal tedavi alarak observasyon grubunu oluşturdu. 

VT tatbik edilen grup kendi içinde bir kez VT takılanlar ve 2 ve daha çok VT takılanlar olarak ikiye ayrıldı. 

VT tatbiki GAA ön alt kadrana radial miringotomi sonrasında efüzyonun aspirasyonundan sonra yerleştirildi. VT olarak iç çapı 1.14 mm olan Paparella type-I bilateral takılmıştır. Otomikroskopi ve pnömotik otoskopi ile yapılan kontrollerde KZ bulguları normal, OME atağı, retrakte, perfore, miringosleroz plağı, VT'li gibi tanımlar altında toplandı. 5.yılda tüm çocuklara saf ses odyogramı yapıldı. 

Bulgular ANOVA, linear regresyon ile değerlendirildi. 

BULGULAR




5.yıl takipde KZ patolojisi OBS grubunda 2 olgu (%8,7), VT1'de %72.7 ve VT2'de %88.6 bulundu. En sık görülen KZ patolojisi %27 retraksiyon, %23.6 miringoskleroz ve %17 perforasyon olarak bulunmuş. 

OBS grubunda 1 olguda efüzyon, 1 olguda retraksiyon bulunmuştur. 

VT1'de %27 retraksiyon, %18 perforasyon, %14 miringoskleroz, %14 efüzyon bulunmuştur.

VT2'de %33 miringoskleroz, %20 yerinde bulunan VT, %18 perforasyon, %11 retraksiyon, %7 efüzyon bulunmuştur.

OBS grubunda istatistiksel olarak daha anlamlı olarak az KZ patolojisi görülmüştür. KZ patolojisi ile VT kalma süresi arasındaki ilişki incelendiğinde cut-off süresi 18.6 ay bulunmuştur. Odyolojik bulgulardaki değişiklik olarak VT kalma süresi için cut-off seviyesi bulunamamıştır. 



TARTIŞMA

Caye-Thomasen 25 yıl takip ettikleri serilerinde VT olgularında %70 KZ patolojisi bulmuşlardır. Bunların %55'i miringoskleroz, %15 pars flaksidta retraksiyonu olmuştur. 

Brown ve ark. VT olgularında 5.yıl takibinde %42 miringoskleroz, %13 pseudomembran göstermişler, tüp takılmayan kulakların hepsi normal bulunmuştur.

Stenstrom ve ark. 2.5-7 yaş arası 7 yıl takip ettikleri hastalarda medikal tedavi alan çocuklarda, VT takılanlarara göre 4.5 kat daha az KZ patolojisi ve 3.5 kat daha iyi hava yolu eşikleri bulmuşlardır.

Bu sonuçlar VT takılması ve tekrarlı VT takılması gerek KZ patolojileri, gerek uzun dönemli işitme sonuçları açısından medikal tedavi ile takip edilenlere göre daha kötü bulunmuştur.

Rovers ve ark. VT ile ilk 6 ayda işitme sonuçlarında daha iyi sonuçlar varken, daha uzun sürede işitme sonuçları kötü etkilenmektedir. 2010 yılında yapılan bir Cohrane çalışmasında da VT'nin ilk 6 ayda faydalı olduğunu, daha uzun sürelerde zararlı hale gelebildiğini göstermiştir.

Khodaverdi ve ark. 25 yıl takip ettikleri serilerinde VT takılan ve miringotomi yapılan olgular arasında işitme sonuçları arasında fark olmadığını savunmuşlardır. 

Zumach ve ark. 6.6-10 yaş arası EOM tanısıyla 7 yıl takip ettikleri olgularda okul çağındtaki çocuklarda medikal tedavi ve takiple konuxmayı etkileyecek bir işitme kaybı oluşmadtığını savunmaktadırlar. Benzer sonuçları Paradise ve Feldman da savunmuşlardır. 

Ancak bu çalışma retrospektif ve randomize olmadığı için sonuçlakr tartışmalı olabilir. Ayrıca bu çalışmadaki OBS grubu VT grubundan ortalama 2 yaş daha gençtir. 

KAYNAK
Hong HR, Kim TS, Chung JW. İnt J Ped Otorhinolaryngol 2014;78:938-43.
--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


REKÜRRENT AKUT OTİTİS MEDIA

Otitis media (OM) çocuklar için en sık konsultasyon istenen ve en sık antibiyotik gerektiren hastalıktır. OM erken infant dönemde görülebilmekte ve 6 aydan sonra insidansı daha da artmaktadır. Olguların %5’i ilk 6 ayda, %35’i ilk 1 yılda, %60’ı 1-3 yaş döneminde görülmektedir.(6) Özellikle 24 aylıktan daha küçük çocuklarda tam olarak tedavi edilmedikleri takdirde kulak ve gelişim problemlerine neden olabilmektedir. Otitis media yaklaşık %80 olasılıkla akut otitis media (AOM), %15-40 oranında rekürren otitis media (ROM) ve %8 oranında tedaviye dirençli otitis media (TDOM) şeklinde görülmektedir.(1,6,7,8) TDOM grubundaki olguların yaklaşık yarısında bilateral otitis media (BOM) görülmektedir. BOM olguları en az ROM grubunda bulunur (%30). Tüm ROM olgularının yaklaşık %60-70’i 24 aylıktan küçük çocuklarda görülmektedir.(1)

ROM yaşamın ilk iki yılında 5 ve üzeri veya yaşamın 2.yılında 4 ve üzeri AOM atağı geçirilmesiyle konulabilir.(7)

ETYOPATOGENEZ

ROM etyopatogenezi multifaktöriyeldir. Kabul edilen risk faktörleri pasif sigara içiciliği (%45), gebelikte sigara içilmesi, kronik burun tıkanıklığı (%25), adenoid vegetasyon, sık ÜSYE atağı, horlama, atopi (%20-25), ailede atopi hikayesi, astım olguları, belirli gıda alerjileri, anne sütü ile beslenme süresi, inek sütü alerjisi, horizontal pozisyonda besleme, erken kreşe başlama, fazla çocuk ile bir arada olma, annenin eğitim düzeyi, düşük sosyo-ekonik düzey, sağlık hizmetine ulaşamama, evde hayvan beslenmesi gibi faktörler ROM gelişiminde etkindir.(3,9,12)

Pasif sigara içiciliği sudden infant death syndrome, astım, adenoidektomi ve tonsillektomi olgularıyla da yakın ilişkili görülmüştür.

Anne sütünün koruyuculuğuna inanınılır.(6) Bunun aksini savunun çalışmalar da vardır.(7)

Nazofaringeal lenfoid dokunun büyümesi ile ROM arasında yakın ilişki vardır. Adenoid dokusunun içindeki polimikrobial flora normal olgularda da bulunur, ancak ROM olgularındaki florada patojenlerin görülme insidasnsı kronik enfeksiyon hikayesi olmayan olgulardan daha fazladır.(5) Bu nedenle adenoidektomi ROM insidansının azaldığı pek çok kez gösterilmiştir. Burun ve nazofarinksteki obstruksiyonlar genel olarak üst solunum yolu enfeksiyonlarının insidansını artırmaktadır.

Nötrofil sayısının en az 6 ay süreyle 1500/Ul’nin altında seyretmesi kronik nötropeni (CN) olarak tanımlanmaktadır. CN tanımı lösemi, myelodisplazi, romatoid artrit, SLE gibi sistemik otoimmün hastalıklar, tüberküloz ve EMN gibi enfeksiyon gibi klinik paternler dışındaki olgular için kullanılmaktadır.(2) CN olguları kronik benig nötropeni, konjenital nötropeni, siklik nötropeni gibi alt grupları içerir. Nötrofil sayısının 1000/Ul’nin altına düşmesiyle özellikle gram negatif mikroorganizmalarla oluşan enfeksiyonlarda artış olur. CN olguları en sık %56 oranıyla KBB semptomları ile seyreder. Bunlar arasında %80 ile en sık ROM, %40 rekürren akut tonsillit (RAT), %35-40 rekürren sinüzit ve %50 oral ülserler sayılabilir. 

Haftada en az 3 gece horlaması bulunan çocuklar sürekli horlayan (habitual snoring-HS) olarak isimlendirilir. ROM ve HS risk faktörleri çok benzerlik gösterir ve olguların %40’ında birlikte görülür.(3)

AOM riski ile mevsimler arasında bağlantı bulunsa da, ROM mevsim ilişkisi gösterilememiştir. Anacak ilk AOM sonrasında 1.ayda %32, 2.ayda %30, 3.ayda %22, 4.ayda %20 oranında ikinci atak gelmiştir.(14)

ROM ve kronik OME için 15q26, 2 ve 5. kromozomlarda genler tanımlanmıştır.(10)

BAKTERİYOLOJİ

OM gelişiminde nazofarinks (NF) adeta bakteriyel rezervuar orjin olarak yer alır. ÜSYE mikro-organizmalarına oluşan bakteriyel rezistans gelişimi, OM tedavisini her gün daha zor hale getirmektedir. Viral orjinli ÜSYE sırasında NF orjinli mikro-organizmalar kolaylıkla orta kulağa relokalize olarak OM atağına neden olmaktadır.(Chonmaitree et.al.1992). OM en sık S.pneumoniae (%40-45), H.influenza (%35-40), M.catarrhalis (%10) ve S.pyogenes gibi bakterilerin en sık etken olduğu görülmektedir. M.catarrhalis oranları son 10 yılda yaklaşık 2 kat artış göstermiştir. TDOM olgularında H.influenza oranları en sık (%40) görülmektedir.(1)  Beta laktamaz üreten H.influenza suşları son 10 yılda yaklaşık 3 kat artış göstermiştir (%15).(1) Amoksisilin rezistansı S.pneumonia ve H.influenza için %50-60 dolaylarındadır.(4)  M.catarrhalis suşlarının hemen tümü beta laktamaz üreten suşlardır. Penisilene dirençlı suşlar da son 10 yılda yaklaşık 2 kat artış göstermiştir. Dirençli suşların oranı ROM olgularıda, AOM olgularına göre 3 kattan daha fazla bulunur.(4) Amoksisilin ve amox-clav kullanılmasıyla adenoid florasındaki patojen mikro-organizma oranları azalmaktadır. Özellile amox-clav kullanılmasıyla beta laktam suşlarında, amox olgularına göre %50 oranında azalma oluşmaktadır.(5) OM bakteriyolojik etkenleri, S.pneumonia 7-valant aşıların (PCV-7) uygulanmasından beri hem aşılama dışı kalan Streptekok suşlarında, hem de H.influenza oranlarında son yıllarda gittikçe artış görülmektedir. Ayrıca PCV-13 ve PCV-10 gibi daha geniş suşları içeren aşılar da kullanılmaya başlanmıştır.

KLİNİK BULGULARI

ROM sonucunda ciddi otolojik sekeller, kalıcı perforasyonlar, kolesteatoma gelişimi ve sensöryal işitme kayıpları gelişebilmektedir.

ROM çocukların iletişimsel gelişimlerini negatif yönde etkilemektedir. Eş yumurta ikizlerinde yapılan bir çalışmada, ROM kliniği olan çocukta spontan dil ve konuşma gelişimi ile artikülasyon gelişimi normal olan ikizine göre geri kalmıştır.(13)

Tedavisi medikal ve cerrahi olarak yapılabilir. Antibiyotik seçiminde ilk patojenin H.influenza olarak kabul edilmesi önemli hale gelmiştir. Uzun süreli proflaktik ab tedavileri ile otit sıklığı yarı yarıya azaltılabilmektedir.(11) Cerrahisinde altın standart ventilasyon tüpü takılmasıdır ve adenoidektomi ile birlikte yapılabilir.

KAYNAKLAR

1.       Aguilar L, et.al. Microbiology of the middle ear fluid in Costa Rican children between 2002 and 2007. Int J Ped Otorhinolaryngol 2009;73:1407-11.

2.       Shete M, et.al. Otolaryngologic manifestations in children with chronic neutropenia. Int J Ped Otorhinolaryngol 2012; 76:392-5.

3.       Gozal D, et.al. Prevalence of recurrent otitis media in habitually snoring school-aged children. Sleep Medicine 2008;9:549-54.

4.       Brook I, Gober AE. Antimicrobial resistance in the nasopharyngeal flora of children with acute otitis media and otitis media recurring after amoxicillin therapy. J Med Microbiol 2005;54:83-5.

5.       Brook I, Shah K. Effect of amoxycillin with or without clavulanate on adenoid bacterial flora. J Antimicrobial Chemotherapy 2001;48:269-73.

6.       Saarinen UM 1982 Prolonged breast feeding as prophylaxis for recurrent otitis media. Acta Paediatr Scand 7 1:567-57 1

7.       Tainio VM, et.al. Risk factors for infantile recurrent otitis  media: atopy but not type of feding. Ped Research 1988;23:509-12.

8.       Ilıcalı Ö, Keleş N, Değer K, Savaş İ. Relationship of passive cigarete smoking to otitis media. Arch Otolaryngol Head Neck Surg 1999;125:758-62.

9.       Zhang Y, et.al. Risk factors for chronic and recurrent otitis media-a meta-analysis. PLoS One. 2014 Jan 23;9(1):e86397. doi: 10.1371

10.   Alien EK, et.al. A genome-wide association study of chronic otitis media with effusion and recurrent otitis media identifies a novel susceptibility locus on chromosome 2. J Assoc Res Otolaryngol. 2013 Dec;14(6):791-800. doi: 10.1007

11.   Shekelle PG, et.al. Management of Acute Otitis Media: update. Evid Rep Technol Assess (Full Rep). 2010 Nov;(198):1-426.

12.   Juntti H, et.al. Cow's milk allergy is associated with recurrent otitis media during childhood. Acta Otolaryngol. 1999;119(8):867-73

13.   Hemmer VH1, Ratner NB. Communicative development in twins with discordant histories of recurrent otitis media. J Commun Disord. 1994 Jun;27(2):91-106.

14.   Williamson HA Jr1, DePra J, Sulzberger LA. Lack of seasonal variability for recurrent otitis media in very young children. J Fam Pract. 1991 Nov;33(5):489-93.


--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90


REKÜRREN TONSİLLİTİS

Tonsillofarenjit çocukluk çağının en sık enfeksiyonlarındandır. Sık görülmesi, işgücü kaybına neden olması, sık antibiyotik tedavisine başvurulması nedeniyle günümüzün önemli sağlık problemlerindendir. En sık etken viruslar olmasına rağmen,  en sık izole edilen bakteri grup A beta hemolitik streptekoklardır. Bir yıl içinde 5 atak veya takip eden 2 yılda her bir yıl için 4’er atak ya da takip eden 3 yılda her bir yıl için 3’er tonsillofarenjit atağı bulunması rekürren tonsillo farenjit (RTF) olarak tanımlanmıştır.(2)

Tonsil ve adenoidler daha çok B hücreli lenfoid organlardır. B hücrelerinin proliferasyon ve farklılaşmaları salgılanan bazı enzimlerce kontrol edilir. Bunlardan biri dokuya non-spesifik alkalen fosfataz (TNAP) enzimidir. TNAP başlıca B hücreli lenfositler, KC, kemik ve böbrekden salgılanmaktadır. TNAP seviyesi ile B hücreli lenfosit farklılaşması, diferansiasyonu ve proliferasyonu arasında bir korelasyon gösterilmiştir. Makrofaj aktivitesini benzer şekilde gösteren asit fosfataz (ACP) enzimi de tanımlanmıştır. Kronik tonsillit olgularıyla nitrik oksit sentetaz, arginase ve süperoksit dismutaz gibi enzimlerde ilişkilendirilmiştir. RTF ve hipertrofik tonsillerde TNAP atrofik tonsillere göre yüksek oranda bulunmaktadır. Ancak hipertrofik adenoid dokusunda tonsillerden daha çok oranda bulunmaktadır. ACP oranlarında bir özellik gösterilemiştir.(15)

 

BAKTERİYOLOJİ

RTF olgularında H.influenza ve S.pyogenes oranlarında normal popülasyona göre %25-40’a varan artışlar görülmekte ve tespit edilen patojenlerin tümünün beta-laktamaz üreten suşlar olduğu gösterilmiştir.(19) Tonsiller hipertrofide S.pyogenes oranları %10, non-A streptekoklar %33  dolaylarındadır. Normal popülasyonda non-A streptekoklar %25 dolaylarındadır.(20)

Tonsil ve adenoid hipertrofilerine neden olan patojen ajanlarından biri Actinomyces enfeksiyonlarıdır. Actinomyces’ler oral kavite, kolon ve vaginada saprofit olarak bulunabilirler. Patojen olanları A.israeli ve A.naeslundi türleridir. Invivo olarak oluşturdukları gruplar klinikte sülfür granülleri olarak isimlendirilir. Otoimmunitesi düşük insanlarda enfeksiyon oranları artsa dahi, normal sağlıklı kişilerde de enfeksiyon oluşturmaktadırlar. Tonsillerde bulunuş oranları tartışmalıdır. Enfeksiyon oluşturmadan saprofit olarak da bulunduklarını öne süren otörler vardır. Actinomyces’ler anaerop mikro-organizmalar olup, oksidasyon-redüksiyonunu düşüren proteolitik enzimler salgılar ve böylece tonsil kriptlerinde koloniler oluşturabilirler. Tonsillerde Actinomyces bulunma oranı erkeklerde 1,5 kat daha fazla ve 20 yaşın altındaki popülasyonda nadir olup, 20 yaşın üzerinde 3 kata kadar artarak %60’lara ulaşır.(1) Rekürren tonsillit nedeniyle tonsillektomi yapılan olgularıda Actinomyces bulunma oranı %5-40 dolaylarındadır.(1) Hipetrofik tonsillerin yaklaşık yarısında Actinomyces saptanması mümkündür.(1) Actinomyces RTF’den çok tonsil ve adenoid hipertrofisinden sorumludur denilebilir.(9) Ancak rekürren tonsillit ve Actinomyces enfeksiyonları arasında bir korelasyon olduğunu söylemek doğru değildir.

ETYOPATOGENEZ

RTF için kesin bir etyolojik faktör söylenemez ancak çevresel faktörler, immun yetmezlik, bakteriyel biyofilm formasyonu açısından mukozal özellikler, hastanın enfeksiyonlara cevabı önemli faktörlerdir.(3) Bakteriyel biofilm oluşma oranı ve grade durumu, RTF olgularında normal popülasyona göre yüksektir ve antibiyotik tedavisine dirençlidir.(17) Vitamin D’nin (VitD) biyofilm oluşmasını engelleyici etkileri öne sürülmektedir. Kış aylarında RTF oranlarının artışının da en büyük nedeninin daha az güneş ışığına maruz kalma nedeniyle daha az D vitamini sentezlenmesi olduğu iddia edilmektedir.

Tonsilla palatinalarda kriptlerde bulunan makrofajlar, havayoluyla taşınan antijenlerin tespitinde çok önemli bir rol oynamaktadır.(10) Tonsil kript epiteli tarafından tutulan antijen, makrofajlardaki Toll-like reseptörlerin (TLR) içine çekilir.(11) Böylece TLR patojenlerin yapısal moleküllerini  belirler. RTF durumlarında TLR’in ortaya çıkması oranları farklılık gösterir.(12) TLR artışı, vitamin D reseptör (VDR) genlerinin ve VitD sentezinde görevli hidroksilazların salgılanmasını sağlar.(13) Böylece patojenin tanımasıyla makrofaj içinde 25(OH)-VitD, aktif formu olan 1,25(OH)-VitD’ye dönüştürülür.(14) 1,25(OH)-VitD, VDR’ne bağlanarak bakteri ve virusler üzerine direkt antimikrobial etkili cathelicidin sentezini başlatır.(13) Aktif VitD3 ayrıca makrofajların kemotaksis ve fagositozu gibi fonksiyonlarını indükler. Pek çok dokuda VDR saptanması, VitD’nin çok daha önemli fonksiyonları olduğunu düşündürmektedir. VitD’nin dendritik hücreler, B.lenfositler, T.lenfositler ve NK hücreleri üzerinde çeşitli etkileri tanımlanmıştır.(4)

VitD seviyesinin belirlenmesi için en iyi yol, yarı ömrü yaklaşık 20 gün olan serum 25(OH)-VitD ölçümüdür. VitD aktif formu olan 1,25(OH)-VitD yarı ömrü 3-6 saat olup, serum seviyeleri çok düşüktür ve VitD seviyesinin değerlendirilmesi için ölçümü önemli varyasyonlar gösterebilir.

VDR salgılanması, 12q13.1 geni ile kodlanmaktadır. VDR gen lokusundaki Fok.I, Bsm, apa ve Taq gibi tanımlanan bazı polimorfizm karakteristikleri VDR genini etkilemekte, VitD metabolizmasını değiştirmektedir.(5) RTF olgularında normal popülasyona göre VDR gen polimorfizmi gösterilememiştir ancak VitD seviyeri normal çocuklardan daha düşük seviyede bulunmaktadır.(6) Çocuklara VitD desteğinin verilmesiyle ÜSYE önlenmesinde etkili bulunmuştur.(7) RTF tanısıyla tonsillektomi yapılan çocuklarda VitD seviyeleri normal düzeylerde bulunmuş ancak kontrol grubuna göre daha düşük düzeylerde saptanmıştır.(8)

GER nedeniyle de RTF görülebilmekte ve reflü tedavisiyle RTF olgularının yaklaşık %20’sinde düzelme görülebilmektedir.(16)

HİSTOPATOLOJİ

RTF ve hipertrofik tonsillerin kript sayıları bakımından karşılaştırıldığında farklı olmadığı, ancak hipertrofik tonsillerde foliküllerin daha geniş olduğu ve germinal merkezde daha fazla oranda lenfoid doku bulunduğu gösterilmiştir.(18)

KAYNAKLAR

1.       Ashraf MJ, et.al. Relation between Actinomycosis and histopathological and clinical features of the palatine tonsils. Iran Red Crecent Med J 2011;13:499-502.

2.       Paradise JL, Bluestone CD, Colborn DK, Bernard BS, Rockette HE, Kurs-Lasky M: Tonsillectomy and adenotonsillectomy for recurrent throat infection in moderately affected children. Pediatrics 2002, 110:7–15.

3.       Kania RE, Lamers GE, Vonk MJ, Huy PT, Hiemstra PS, Bloemberg GV, Grote JJ: Demonstration of bacterial cells and glycocalyx in biofilms on humantonsils. Arch Otolaryngol Head Neck Surg 2007, 133:115–121.

4.       Bartley J: Vitamin D, innate immunity and upper respiratory tract infection. J Laryngol Otol 2010, 124:465–469.

5.       Valdivielso JM, Fernandez E: Vitamin D receptor polymorphisms and diseases. Clin Chim Acta 2006, 371:1–12.

6.       Yıldız I, et.al. The role of vitamin D in children with recurrent tonsillopharygitis. Italian J Ped 2012;38:25

7.       Laaski I, Ruohola P, Mattilia V, Auvinen A, Vlikanin T, Pihlajamaki H: Vitamin D supplementation for the prevention of acute respiratory tract infections.A randomized double-blinded trial amongst young Finnish men. J Infect Dis 2010, 202:809–814.

8.       Aydın S, Aslan I, Yıldız I, Ağaçhan B, Toptaş B, Toprak S, Değer K, Oktay MF, Unüvar E: Vitamin D levels in children with recurrent tonsillitis. Int J Pediatr Otorhinolaryngol 2011, 75:364–367.

9.       Kutluhan A, et.al. The role of the actinomyces in obstructive tonsillar hypertrophy and recurrent tonsillitis in pediatric population. Int J Ped Otorhinolaryngol 2011;75:391-4.

10.   H. Nave, A. Gebert, R. Pabst, Morphology and immunology of the human palatin tonsils, Anat. Embryol. 204 (2001) 367–373

11.   M.J. Lange, J.C. Lasiter, M.L. Misfeldt, Toll-like receptors in tonsillar epithelial cells,Int. J. Pediatr. Otorhinolaryngol. 73 (2009) 613–621

12.   A. Mansson, M. Adner, L.O. Cardell, Toll-like receptors in cellular subset of human tonsil T cells: altered expression during recurrent tonsillitis, Respir. Res. 27 (2006) 36.

13.   P.T. Liu, S. Stenger, H. Li, L. Wenzel, B.H. Tan, S.R. Krutzik, et al., Toll-like receptor triggering of a vitamin D-mediated human antimicrobial response, Science 311 (2006) 1770–1773.

14.   J.S. Adam, Vitamin D as a defensin, J. Musculoskelet. Neuronal. Interact. 6 (2006)344–346.

15.   Jesic S, et.al.Enzymatic study of tonsil tissue alkaline and acid phosphatase in children with recurrent tonsillitis and tonsil hypertrophy. Int J Ped Otorhinolaryngol 2010;74:82-6.

16.   Megela SRMCL, et.al. Gastroesophageal reflux disease: Its importance in ear, nose, and throat practice. Int J Ped Otorhinolaryngol 2006;70:81-8.

17.   Woo JH, et.al. Comparison of tonsillar biofilms between patients with recurrent tonsillitis and a control group. Acta Otolaryngol. 2012 Oct;132(10):1115-20

18.   Zhang PC1, Pang YT, Loh KS, Wang DY. Comparison of histology between recurrent tonsillitis and tonsillar hypertrophy. Clin Otolaryngol Allied Sci. 2003 Jun;28(3):235-9

19.   De Miguel Martínez I1, Ramos Macías A. Beta-lactamase-producing bacteria in recurrent childhood tonsillitis. Acta Otorrinolaringol Esp. 1998 Nov-Dec;49(8):621-4.

20.   Ramírez A, et.al. Beta-hemolytic streptococci in tonsil hypertrophy and recurrent tonsillitis. Enferm Infecc Microbiol Clin. 1997 Jun-Jul;15(6):315-8.

 


--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90


PEDİATRİK EFÜZYONLU OTİTİS MEDİA OLGULARINDA BETA-TRACE PROTEİN

GİRİŞ
Otitis media komplikasyonu olarak menenjit veya labirentit görülmesi nadir olaylardır ancak oluştuğunda muhtemel mekanizma konjenital preforme yollar veya subaraknoid alana açılabilen doku planları olabilir. Menenjit olgularının yaklaşık üçte birinde ve rekürrent menenjit olgularının %90'nından fazlasında otolaringolojik etiyolojiler söz konusudur (Keim 1978). Bu durumda orta kulak ve subaraknoid aralık arasında permeabilite olması ön koşuldur. Aslında akut otitis media sonucunda yuvarlak pencere membranında veya oval pencere anular ligamentinde olumsuz etkiler oluşarak, labirent ve timpanik kavite arasındaki bu hassas bariyerlerin geçici olarak bozulması oluşabilir.
Beta trace protein (B-TP), BOS ve iç kulak sıvıları için en spesifik proteindir ve ayrıca göz sıvısında, idrarda ve semende de yüksek konsantrasyonlarda bulunur. B-TP için BOS/Serum oranı, bilinen tüm BOS proteinlerinden çok daha yüksektir ve perilenfatik fistül için son derece spesifiktir. Yine ilginç  olarak nasal sekresyonlarda da B-TP oranı son derece düşüktür.
Bu çalışmada EOM olgularının orta kulak efüzyonlarında B-TP varlığı araştırıldı. 
METOD
EOM tanısıyla parasentez yapılan 103 çocuğun orta kulak mayileri toplandı. Böbrek yetmezliği olan veya diyaliz olguları çalışma dışı bırakıldı. Olguların 38'inde son derece mukoid mayi oldğuğu için glue ear kabul edildi ve bu mayi aspiratör ile alınamadığı için B-TP açısından incelenemedi çalışma dışı bırakıldı. Geriye kalan 65  olgudan 93 sekresyon toplanıp, -80 derecede dondurularak biriktirildi.
Birtakım teknik nedenlerle sadece 63 orta kulak örneğinde (52 olgu) B-TP çalışıldı. B-TP miktarları 0,2-14,2 mg/L aralığında bulundu ve ortalama 2,4 mg/L idi.
Orta kulak efüzyonunda ilk kez B-TP bakılıyordu ve stapedektomi yapılan olgulardaki değerlere göre 3 kat fazla bulundu. Efüzyonlardaki B-TP oranları çok geniş bir aralıkta bulunuyordu. Bunun nedeni EOM  olgularının her birinde değişen oranlarda permeabilite artışı olabilir. 
SONUÇ
EOM olgularının orta kulak efüzyonlarındaki B-TP oranları, diğer çalışmalardaki diğer vucut sıvı oranlarından daha yüksekti. Örneğin serum oranı 0,59 mg/L, mukozal sekresyon oranı 0,003-0,12 mg/L, BOS oranı 18,4 mg/L, perilenf oranı 23,5 mg/L dir. 
Bu durum EOM olgularında BOS ve perilenf ile orta kulak arasındaki permeabilitenin yüksek olduğuna işaret etmekte ve bu da özellikle bu olgulardaki akut otitis media tablosunun daha yüksek oranda komplikasyonlara neden olabileceğine işaret edebilir.
KAYNAK
Bachmann-Harildstad G, Müller R, Michel O. Int J Ped Otorhinolaryngol 2014; 78:659-62.

-- 
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mnustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90


AKUT İÇ KULAK NEDENLİ TİNNİTUS TEDAVİSİNDE AM-101 TEDAVİSİNİN ETKİNLİĞİ - ÇİFT KÖR RANDOMİZE FAZ II ÇALIŞMASI

GİRİŞ
Tinnitus Amerikan toplumunda %25 oranında görülmekte ve %8 olguda sık tekrarlamalar göstermektedir. Avrupa toplumunda %7-14 olgu tinnitus yakınmasıyla doktora başvurmakta, dayanılmaz derecede can sıkıcı tinnitus ise insanların yaklaşık %1-2,4'ünde rapor edilmektedir. 
Tinnitus tedavisinde TRT veya Cognitive Behavioral Therapy başarıyla kullanılsa da, uluslarası standartları henüz oluşmamıştır ve hala ilaç tedavisi arayışları devam etmektedir.
AM-101 (Esketamine hydrochloride jel - Auris Medical AG, Basel, Switzerland) non-kompetetive NMDA reseptör antagonisti olan ve tinnitus tedavisi için geliştirilen küçük moleküllü bir ilaçtır. NMDA, N-metil-D-aspartat reseptörü olup, bir çeşit glutamat reseptörüdür ve sinaptik plastisite ve hafıza fonksiyonu ile ilgilidir.
Kohlear NMDA reseptörleri iç saçlı hücrelerin postsnapslarında bulunur ve akustik travma veya hipoksi ile tetiklenen glutamat eksitotoksisitesi sonrasında neosinaptogenesis süreciyle üstregülasyonu yapılır. Kohlear neosinaptogenezisi sırasında glutamat, NMDA reseptörlerini aktive ederek nörotrofik etki yapar. Oditör sinirlerin bu şekilde, sinaps onarımları ve yeniden gelişimleri sırasnda NMDA reseptörleri aracılığıyla aberan bir eksitasyon oluşturarak "fantom ses" oluşturduğuna inanılmaktadır.
İnanılan odur ki, kohlear tinnitusun başlağıç fazı primer oditör nörondaki NMDA reseptörlerinin uyarılmasına bağlıdır ve bu pekiştirme dönemindeki (consolidation window) hafıza sürecine benzerlik göstermektedir. AM-101 bu aşamada, olay santralize olmadan veya işitsel sistemin veya beynin daha üst bölgelerinde hafızaya yerleşmeden önce tinnitusu tedavi etmek amacıyla kullanılır. AM-101 hyaluronik asit jeli ile birlikte formülize edilerek intra-timpanik olarak uygulanır ve yuvarlak pencece yoluyla kohleaya ulaşması sağlanır. Böylece sistemik etkileri önlenmiş olur.
AM-101 faz I-II çalışması olarak 24 akustik travmaya bağlı tinnitus olgusuyla, 19 AIK olgusunda 0,81 mg/ml konsantrasyonda tek doz verilmesiyle uygulandı ve tinnitus yakınmasında 60 güne kadar süren bir iyileşme tespit edildi. Bu dozda tespit edilebilen plazma konsantrasyonları ancak 0,3 ng/ml'nin altında bulundu. 
Bu öncü çalışmanın ardından daha geniş hasta gruplarındaki etkinliği araştırılmak istendi. Bu çalışmada otitis media olgularına bağlı tinnitus olguları da katıldı. Uygulama 3 keze ve takip süresi 90 güne uzatıldı.

MATERYAL VE METOD
Bu çalışma Almanya, Belçika, Polonya ve Hollanda'da bulunan 28 ayrı merkezde eş zamanlı, plasebo kontrollü ve çift kör tekniğiyle yapıldı.
Çalışmaya akut akustik travma, idiopatik AIK, AOM (3 aydan daha yeni), 18-65 yaş arası tinnitusu olan olgular alındı. 
Olgular 0, 1, 2, 7, 30 ve 90.günlerde değerlendirildi. Tinnitus derecesi MML, tinnitus loudnes match, tinnitus loudnes anketi, tinnitus rahatsızlık anketi (0-100 puan), tinnitus handicap indeksi (THI-12), tinnitusa bağlı uyku problemleri teknikleriyle moniterize edildi.




SONUÇLAR
Sonuçta gerekli MML (Minimal Maskeleme Seviyesi) değişimi açısından tedavi başarısız bulundu. Ancak yüksek dozda (0,81 mg/ml) kullanıldığında tinnitus yüksekliği, tinnitus rahatsızlığı, uyku proplemleri ve tinnitus etkisi gibi kriterlerin akut akustik travma veya akut otitis media sonrası olguları için anlamlı ölçüde iyileşme oluşturduğu bulundu. İdiopatik AIK olgularındaki tinnitus yakınmasında faydalı olmadı. İlaca ve intratimpanik uygulamaya tolerans iyi bulundu.

KAYNAK
Heyning PV et.al. Otol Neurotol 2014; 35:589-97.
--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com


ŞAFAK MA, MD.
Professor of Otorhinolaryngology
Head of Otorhinolaryngology Department
President of Surgical Science Division
Near East University, Faculty of Medicine
Chief Editor of Near East Medical Journal

GSM: TRNC +90 542 877 55 66
          TR     +90 532 361 18 90